23 Eylül 2023, kızının ölümünün üçüncü yıl dönümü.
Babalar çocukların ölümünü görmemeli derler, haklılar. Kızının olmadığı her yeni bir güne uyanmak onun için tam bir işkence. Özellikle de onu gülerken gördüğü rüyalardan sonra uyanmak acısını kat ve kat arttırıyor. Dört kere intihara karar vermişti ve dört kere bu kararından vazgeçti. Ölümün bir kurtuluş olduğunu düşünüyordu ama bu kurtuluşu hak etmediğine de kendini inandırmıştı. Hayatını acı çekerek geçirecek sonra da sevdiklerine kavuşacaktı.
Saat 06.30, Kadıköy’deki pasaklı evinde çalar saatin sesiyle uyanmıştı. Eskimiş beyaz çift kulaklıklı bir saati vardı. O yataktan çıkana kadar dünyayı başına yıkan ama yılların acısıyla hafif yumuşamış bir ses çıkarıyordu, o da kendisinden vazgeçmiş gibiydi. Bugün de savaşı yine saat kazanacak ve ona cehenneme hoş geldiğini hatırlatacaktı. Oysa hiç uyanmasa ve rüyasına devam edebilse ne kadar mutlu olurdu. Yataktan çıkmak istemiyordu ama bu lanet günü atlamasının tek yolu işe gidip kendisine uğraşacak bir şeyler bulmaktı. Boş kalmaktan korkuyordu. Boş kalınca hatıralar onu yalnız bırakmıyor, derin düşünce ve acılar peşinden geliyordu.
Tipik güne başlangıç mekânı olan tuvalete gitti, işini gördü, ellerini iyice yıkadı, lavabo da sabunla birikmiş tabakalar vardı ama temizlemekle uğraştıracak kadar kötü olmadığını düşünüyordu. Nasıl olsa misafir falan gelmeyecekti.
Yüzünü yıkamaya koyuldu fakat önce aynaya baktı. Aynanın camları lekeliydi. Kıvırcık saçları terden birbirine girmişti, sakalları az uzamıştı ama hala kirli sakal denilebilirdi. Gözlerinin altı morarmış, teni soluktu. Aynaya bakarken kendine biraz odaklandı, eski eşi şu an ki halini gölse kalayı basardı ama artık yanında değildi. Diş fırçasını aldı ve bir süre ona baktı, bugün değil diye düşünüp yerine koydu.
Aynanın altında duran jöleden bir parmak aldı ve saçları simetrik hale gelene kadar onlarla oynadı.
Kahvaltı yapmayı bırakmıştı, yalnız kahvaltı yapmak rezillikten başka bir şey değildi. Ona bir yandan güzel günleri bir yandan da beş para etmez bir adam olduğunu hatırlatıyordu. Güzel bir ailesi, düzgün bir hayatı, başarılı bir işi vardı. Şimdiyse bunlardan sadece işi kalmıştı o da amirinin insanlığından. Başka birisi olsa onu 50 kere kovmuştu ama Serhat Komiser insanın güzeliydi, adamdı. Zor günlerde yaptığı hataları affetmiş arkasında durmuştu. İşe hala devam etmesinin en büyük sebebi onu hayal kırıklığına uğratmamaktı.
Mavi bir kot pantolon giydi, ütüyle uğraşmasına gerek yoktu. Üstüne mavili tonlardan oluşan kareli bir gömlek attı. Silahını beline taktıktan sonra üstüne de mavi yazlık bir ceket giydi, iç tarafı beyaz iki tarafı da giyilebilen ceketlerden.
Kapıyı açarken birkaç saniye duraksadı, unuttuğu bir şeyler var mıydı acaba? Üstünü yokladı, anahtar, yedek şarjör, silah, cüzdan, telefon, sigara, çakmak her şey yerindeydi. Kapıyı açtı, ses çıkarmadan kapatıp yavaşça kilitledi.
Bugün şanslı günüydü, kimseyle karşılaşmadan üç kat indi binadan çıktı emektarı onu bekliyordu.
2003 model yeşil bir Hyundai Accent arabası vardı. Artık ortalıkta pek görmediğimiz epey eski bir modeldi. Önden baktığınızda şirin bir görünüşü vardı ama içeriye girdiğinizde rengi soluk rahatsız kumaş koltuklar yaşını belli ederdi, ki bu koltuklar ne maceralar gördü, sahibi bile bilmez. Güneşten yerinden hafif oynamış ön konsol ve eskimiş hidrolik direksiyon. İhtiyar gözükebilir ama bu 300 bin kilometre yol yapmış aracın motoru sağlamdı, hem klimalıydı ve az yakıyordu, bir memur için dikkat çekmeyen ideal bir araçtı. Zaten artık üretim yapan bir fabrikası yoktu, Türkiye’de yeni model araçlar için fabrikaların 2025’te tekrardan üretime girebileceğinden bahsediliyordu haliyle ikinci el fiyatları kötü ekonomiyle birlikte uçmuştu.
Fazla oyalanmadan yola koyuldu. Eski emniyet müdürlüğü ve çoğu şube kapanmış merkez eski belediye binasına taşınmıştı. Tünel kapalı olduğundan ve artık bir köprü olmadığından haremden vapurla karşıya geçti. Ardından eski tramvay yolu üzerinden belediyeye ulaştı. Bina tüm İstanbul emniyetini karşılayabilecek büyüklükte değildi, oldukça eskimişti. Güvenlik için etrafına beton bariyerler kurulmuş, ağır silahlarla desteklenmişti. Polis eskisinden daha fazlasına hazır olmalıydı. Kapıda kimliğini okutup içeri geçti. Sabah toplantısına geç kalmamıştı. Asayişte bu sabah 8 kişi vardı, 40 kişilik salonda 8 kişi, en arkaya oturdu, dizlerine doğru başını öne eğdi müdürü dinlemeye başladı.
Yeni vakaları değerlendirdiler sessizliğini toplantı bitene kadar korudu, herhangi bir soru sormadı, sorumluluk almaya çalışmadı, kafasını bile kaldırmadı. Bu zamanlarda klasik haline gelen soygunlar, cinayetler, kayıp kişiler, kara borsacılar, mafyalar, çeteler. Çok fazla iş yok denecek kadar personel vardı.
Toplantı bittikten sonra Serhat yanına çağırdı.
“Görüşmeyeli nasılsın?”
“İyiyim efendim.” İyi olmadığı sesinden de tipinden de belliydi.
“Güzel güzel… biliyorum zor bir dönemden geçiyorsun, umarım toparlıyorsundur.”
“Eh…” tabi ki toparlamıyordu.
“Seninle tekrardan eski günlerdeki gibi sohbet etmek isterim ama şu an sana acil ihtiyacım var. Sana güvenebilir miyim? Hazır mısın?” herkes birisini ya da bir şeyini kaybetmişti, yarışmaya ya da tartışmaya girmeyecekti.
“Tabii… Olabildiğince”
“Güzel içeride beni pek dinlemiyorsun farkındayım, özel bir görev için birisini istediler ama elimde boşta kimse yok, sahalara dönmenin vakti geldi hem kafanı dağıtman için de iyi olacağını düşünüyorum.”
“Özel görev mi?”
“Evet eleman eksikliği her yerde malumun. Şehir dışında bir görev, kayıp bir çocukla alakalı. Hemen itiraz etme. Buradan uzak ufak bir adadaymış.”
“Kayıp bir çocuk için İstanbul’dan adanın tekine bizden birini mi gönderiyorlar? Neden?”
“Valla bilmiyorum emir büyük yerden. Bu tarz olaylarda en tecrübeli sensin. Yarın orada olmanı istiyorum.”
“Peki adı ne bu adanın?”
“Burgum Adası.”